Geçen yazımda 1930’lu yılların temel sosyopolitik dinamiklerini yazmıştım. Bu sayıda ise sıra 1940’lı yıllara geldi. Tarihsel süreçte bazı yıllar diğerlerine göre birazcık daha ‘egoisttir’. Bir başka ifadeyle, bazı yıllar tarihin içerisindeki sayılardan ibaretken, bazı yıllar ise kendilerinden sonraki onlarca yılın gidişatını tayin eden olağanüstü öneme sahip ‘sayılardır’. İşte 1940’lı yıllar sadece Türkiye özelinde değil; aksine tüm dünya açısından da günümüze kadar uzanan sürecin temel profilinin çizildiği o ‘egoist’ yıllar arasında başı çekmektedir. Hiç kuşkusuz 1940’lı yılları bu denli önemli kılan temel dinamik, siyasin tarihin en yıkıcı savaşı olarak kabul edilen 2.Dünya Savaşı’nın bu sürecin ilk yarısına tekabül ederken, bir başka olağanüstü olay olan Soğuk Savaş’ın da başlangıcının 1940’lı yılların ikinci yarısına denk gelişidir.
Ülkemizde tek parti yönetimine denk gelen bu süreç içerisinde temel dış politika anlayışımız aktif tarafsızlık üzerine inşa edilmiştir. Bir başka ifadeyle, savaş esnasında sadece milli sınırlarımızı müdafaa etme mecburiyeti dönemin dış politika yapıcıları açısından Türkiye’nin savaşa girmesinin temel şartı olarak kabul edilmiştir. Bu politika, dönemin Türk toplumu nezdinde de çok geniş tabanlı bir kabul görmüştür. Zira, 1. Dünya Savaşı’nı da yaşamış olan Türk toplumu ‘savaşın ne demek olduğunun’ ziyadesiyle farkında olarak kamuoyu desteği bağlamında dış politika yapıcılarının işini kolaylaştırmıştır. Aslında, yaygın kanının aksine Türkiye’nin aktif tarafsız pozisyonunu devam ettirebilmesi o kadar da kolay olmamıştır. Zira, İngiltere ve Almanya gibi savaşın en önemli aktörleri en başarılı büyükelçilerini, Hughe Knatchbull-Hugessen ve Franz Von Papen, Ankara’ya atayarak savaş boyunca Türkiye’yi kendi yanlarına çekebilme çabası içerisinde olmuşlardır.
Öte yandan, her dış politika tercihinin doğal uzantısı sayılabilecek nedenler ve sonuçlar bağlamında Türkiye’nin savaş dışı pozisyonunun da analiz etmeye değer önemli sonuçları olmuştur. Savaş dışı kalabilmek her şeyden evvel Avrupa devletleri ve SSCB’nin yaşamış oldukları muazzam yıkıma uğramamak bağlamında tartışmasız bir kazanç olarak karşımıza çıkmaktadır. Öte yandan, savaşın son haftalarında Almanya ve Japonya’ya ‘kağıt üzerinde’ savaş ilan etme tercihimiz, Müttefiklerin nezdinde inandırıcı olmamış olup, bu devletler özelinde Türkiye’nin savaşa girmeden kazananlar yanında yer almak isteyen bir devlet olduğu imajı güçlenmiştir. Bu tercih ise bilhassa Soğuk Savaş boyunca Türkiye’nin güvenlik algılarını tetiklemiş olup, ABD’nin Türkiye üzerindeki yoğun etkisinin temel nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır.
1940’lı yıllar her ne kadar savaş konjonktürüyle şekillenmiş olsa da elbette gündelik hayat da bir yandan devam etmiştir. Takdire şayan bir şekilde, 1940’lı yıllar Türkiye’de edebiyat alanında önemli hareketlerin yaşandığı bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Hasan Ali Yücel’in inisiyatifleriyle başlayan önemli eserlerin tercümeler vasıtasıyla dilimize kazandırılmaları, 1940’lı yıllarda Türkiye’nin entelektüel kapasitesine ciddi yatırımlar yaptığının işaretidir. Öte yandan, aynı dönemde yaşanan bazı skandallar ise kamuoyunun ilgisini olağanüstü şekilde cezbederek adeta magazinsel olaylar haline gelmiştir. Bunlardan ilki 24 Şubat 1942’de dönemin Alman Büyükelçisi Franz Von Papen’e yönelik gerçekleşen başarısız suikast girişimidir. İkincisi ise ilkinden çok daha büyük etkiler doğuran ve çok üst düzey bürokratların adının geçtiği 1945’te yaşanan meşhur Ankara Cinayeti’dir. Son tahlilde, 1940’lı yıllar çok büyük oranda savaş psikolojisi ve ‘karartma geceleri’yle özdeşleşmiş ve savaş psikolojisinin savaş dışındaki diğer alanları da bastırdığı bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir sonraki yazımda 1950’li yılların renkli doğasıyla sizlerle olacağım.
Sağlıcakla kalın…
Doç. Dr. Yiğit Anıl GÜZELİPEK
Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü