Bir önceki yazımda 1940’lı yılların 2. Dünya Savaşı eksenine şekillenen iç karartıcı dünyasından bahsetmiştim. Bu yazımda ise kalemim yazdığınca 1940’li yılların etkisi altında şekillenen 1950’li yılları ifade edeceğim. Öncelikle belirtmem gerekir ki bir önceki on yılla mukayese edildiğinde 1950’li yıllar 20.Yüzyıl’ın Rönesans’ı olarak değerlendirilebilir. 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle beraber savaş psikolojisinden kurtulan dünya, 1950’li yıllarla beraber yeniden kendini ifade etme şansını bulmuştur. Bu ifade büyük oranda, moda sektöründe yaşanan olağanüstü yeni trendler, Amerikan otomobilleri ekseninde şekillenen otomotiv sektörü ve kapitalist üretim anlayışının yeniden canlanmasıyla kendini göstermiştir. Dünya, 1920’li yıllardan itibaren Avrupa’da yükselen faşizmin tetiklediği savaş ekonomisinden kısmen de olsa sıyrılmış olmakla beraber 1940’lı yılların ikinci yarısından ‘miras kalan’ Soğuk Savaş dinamikleri, dünyayı yeni bir silahlanma yarışına itmiştir. Öte yandan, devletlerin silahlanma eğilimlerinin de modernize(!) edilmesiyle beraber yeni döneme damgasını vuran nükleer silahlar, uluslararası sistemde ‘dehşet dengesi’ olarak adlandırılan yeni bir statükoyu beraberinde getirmiştir. İlginçtir ki nükleer silahların eşliğinde kurulan bu yeni denge, uluslararası sistemde nispeten istikrarı sağlamış olup, Kore Savaşı gibi bazı istisnalar haricinde savaş yoğunluğunun düşük olduğu bir dönemi işaret etmiştir.
Şüphesiz ki ülkemiz de uluslararası sistemde meydana gelen gelişmelerden ziyadesiyle etkilenmiştir. Bilhassa 2. Dünya Savaşı’na aktif olarak katılmamamızın doğal bir sonucu olarak Türk dış politikası bu dönemde istikametini tayin etse de o istikamete yerleşme konusunda önemli sorunlar yaşamıştır. Nihayetinde, NATO üyeliğiyle beraber kendisini Sovyet tehdidinden sıyırmayı başaran Türkiye, 1950’li yıllarla beraber ABD’nin yoğun etkisi altına girmiştir. Öte yandan, bu dönemin en göze çarpan gelişmesi ise Batı bloğunda yer edinebilme çabamızın önemli sonuçlarından birisi olan çok partili hayata geçişimizin cumhuriyet tarihinde ilk kez bir siyasal iktidar değişikliğini beraberinde getirmesi olmuştur. 1946’da kurulan Demokrat Parti (DP), 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanarak iktidara gelmeyi başarmıştır. Ancak, 1950’ler boyunca devam edecek olan iktidar ve muhalefet makamlarının içinde bulundukları pozisyonları içselleştirememesi 1950’li yılları oldukça sert politik münakaşaların etkisinde şekillendirmiştir. Aynı şekilde belki de ‘çevrenin’ merkez üzerinde bu denli belirleyici olması da ilerleyen yıllarda daha da kuvvetlenecek olan toplumsal bir dönüşümün ilk habercisi ve aynı zamanda tetikleyicisi olmuştur. Örneğin 1955’te Türkiye’nin ilk beş yıldızlı oteli olarak açılan İstanbul Hilton Oteli yukarıda ifade ettiğim dönüşümlerin son derece isabetli bir örneğini teşkil etmiştir. Bir yandan, ülkemizdeki Amerikan varlığını sembolize eden bu otel, bir yandan da kapitalizmin etkisi altında şekillenen yeni moderniteyi ve lüksü sembolize etmiştir. Lakin öbür yazımın konusu olacak olan 1960’lı yıllar ise bu dönemin her alanda gerçekleşecek olan güçlü bir eleştirisi olacaktır.
Bir sonraki yazımda görüşmek dileğiyle…
Sağlıcakla kalın.
Diğer yazılarınızı merakla bekliyoruz