Çocukken büyüyünce ne olacaksın sorularına, gözüm kapalı, göğsüm kabararak “Öğretmen olacağım.” derdim. Şimdi ise ne olacaksın diye soran yok ama hala verecek bir cevabım var kendime “Büyüyünce yazar olacağım.” Çocukken büyümek: yaş almak, biyolojik olarak gelişmekti. Büyüdükçe kavramlar sözcük anlamlarının dışında da seslenir oldular bana. Büyümek kimine göre belli bir süre sonra tamamlanır, kimi ne göre öldükten sonra bile hala devam eder. Kısacası ben hala büyümekte, gelişmekte olan biriyim. Biliyorum ki öğrenme yolculuğu hiç bitmeyecek.
Çeşitli yazı köşelerinden, okurlarıma ulaşsam da yeni bir heyecan, yeni bir sorumluluk hissediyorum gönlümde. İmaret Gazetesi, okurlarım merhaba…
Eğitimin İsimsiz Kahramanları
Öğretmen bir toplumun, bir halkın, özünde sınıfa girdiğinde göz göze geldiği her öğrencinin hayat yolunda vebalini sırtlanan kişidir. Güzel işlerde, zincirin ilk halkasını yapan, sonra adı unutulan kahramandır. “Bir öğretmenim vardı.” cümlelerinde yaşar, öğretmenlerin öğretmeni olarak…
Birkaç gündür, bilgisayarımı açıp, yazamıyorum diye kapattığım, yorucu bir günü geride bırakırken, o isimsiz kahraman meslektaşımın yaptıklarını yazmak, görev oldu.
Yetmişli yılların ortasında, Konya Lisesinde sınıfın birinde yılsonu karne töreni yapılmaktadır. Sınıf hayli kalabalık olmasına rağmen sadece iki öğrenci takdir belgesi almaya hak kazanmıştır. İsimsiz kahraman öğretmenimiz takdir belgesi alan öğrencileri kendisi de takdir etmek istemiş, onlara özel olarak hazırlattığı kitabı armağan etmiştir. Hediyenin yanında Lokman isimli öğrenciye kitabın içinde yazan tüm şiirleri ezberleme görevini vermeyi de ihmal etmemiştir. Bütün yaz boyunca Lokman, Necip Fazıl Kısakürek’in Çile isimli kitabında toplanan bütün şiirleri ezberlemiştir. Öğretmen de zaten öğrencisinden emin.
Okul dönemi açılır, gittiğinde zihninde bir satır bile yokken yüzlerce ezbere bildiği şiir ile döner okuluna. O yıl öğretmeni şiir okuma yarışmasına sokar, Sakarya isimli şiiri ile birçok okuldaki rakibini geride bırakarak birinci olur. Yürüyerek gittiği okuldan, omuzlar üzerinde gelir. Gururludur, haklıdır en çok da öğretmeni. Yıllar geçer, her mecliste, her toplantıda ezbere şiirler söyler. Şiirlerine yenilerini ekler, “Memleket mi, yıldızlar mı, memleket mi daha uzak” der Nazım’dan, “Memleket İsterim” şiiri ile başlar sözlerine. Yıllar geçer, memleketler yollar değişir, kimya öğretmeni olur Lokman ama değişmeyen bir şey vardır, şiir okumak. Kimya formüllerinden, sayılardan bunalan öğrencilerine, Sakarya’yı okur. Kimisi dersi kaynatmak, kimisi gerçekten dinlemek kimisi ise başka derslerdeki sınavlarına çalışmak için “Hadi hocam Sakarya’yı okuyun.” der.
Zaman geçer, saçlar beyazlaşır, öğrenci Lokman önce öğretmen ardından müdür olur. Yüzünde çizgiler, saçlarında aklar, kafasında eğitim dertleri oluşur. Aradan uzun yıllar geçmiş, öğrencilerini mezun etmiştir.
Bir gün Ankara’dan memleketine dönmek için, hızlı adımlar atarken Atatürk Caddesinde, bir genç adam yaklaşır yanına “hocam” der. “Beni tanıdınız mı?” Tanır ama konuşacak vakti de yoktur. Hem yürürler hem anlatır üniversitenin birinde fizik doçenti olan öğrencisi. Sakarya şiirinin nasıl da hayatını değiştirdiğini.
Yine kimya derslerinden birindedir, Lokman Öğretmen. Bir sonraki saat fizik sınavı vardır öğrencilerin. Ama hoca dersini anlatmaya kararlı, öğrencilerin aklına gelir Sakarya. Hadi derler kaynatın bu dersi biz çalışalım fizik sınavına. Öğretmen kıramaz öğrencilerini okur şiiri. Ne de olsa Sakarya arkasından birkaç soru kaynar ders. Arka sırada fizik çalışan öğrencinin kulağına şu sözler çalınır;
“Mermerlerîn nabzında hâlâ çarpar mı tekbîr?
Bulur mu delî rüzgâr o sedayı: Allah bîr! “ Hocam ne demek istemiş ki şair.
Lokman hoca, tabi ki Necip Fazıl Kısakürek bilir, ne demek istediğini ama benim yorumum şu ki, yüzyıllardır, asırlardır cemaatler camilerde namazlar kıldılar. Mimar Sinan, Fatih Sultan Mehmet daha niceleri Allah-u Ekber dediler. Ses yok olmaz, enerjidir, şimdi ki tekbirlerle siner o duvarlara taşlara der. Babası ateist olan öğrenciyi çok etkiler bu durum. Gezer tarihi camileri, dokunur mermer sütunlara minberlere. Ailesinden gizlice namaza başlar, fizik doçenti olana kadar babasından çekinir. Babası onu saymaya ve ona saygı duymaya başlar. Fizik kurallarıyla anlatır hislerini, babasıyla yüzyıllardır mermer sütunlara çarpan tekbirleri ararlar. Aynı camilerde alınlarını secdeye koymanın mutluluğunu ve şükrünü yaşar öğrencisi Lokman hocanın.
Aradan zaman geçer, Lokman hoca Karaman’a gelir. Öğrencileri ile okul pansiyonunda kalır. Memleketinden uzakta okul pansiyonun yemekhanesinde, bu anıyı ve Sakarya’yı bizzat dinledim kendisinden. Bilirim ki yok olmaz hiçbir şey. Çile’yi hediye eden öğretmenin, öğretmeninden bugüne gelir zincirin halkaları.
Bilemezsin ki hangi söz, esaretinden kurtulmuş bir nasiptir. Girdiği kulağa ve fısıldayacak.
“Sakarya Türküsü”nü Necip Fazıl Kısakürek 1949 yılında Ankara Polatlı arasında yolculuk yaparken, tren penceresinden gördüğü, bozkırlar arasından kıvrıla kıvrıla akan Sakarya nehrinden esinlenerek yazmıştır.
Aynı zamanda Sakarya Nehri ismini verdiği meydan muharebesinde, Türkiye Cumhuriyetine giden yolu açmış, Mustafa Kemal’e hem gazilik hem de mareşallik unvanını vermiştir. Sakarya 22 gece 22 gündüz, dünyada en uzun süre durmadan yapılan, bir milletin direnişinin meydan muharebesinin adıdır.
Yazımın kaynağı, değerli büyüğüm Lokman Kaplan’a saygılarımla…
Muhteşem bir hikaye gülsen ögretmenim gözlerim dolarak okudum.yureğine saglik
çok teşekkür ederim Canan hanım. Çok mutlu oldum.
Yüreklere dokunan, ufuk açan muhteşem bir yazı kalemine sağlık Gülsen Hocam.
Çok teşekkür ederim canım arkadaşım...
Bir öğretmenin hayat değiştiren dokunuşu bazen bir gülüş bazen sesleniş bazende hoş görmesidir. Kalemin dâim olsun Gülsen Metin Öğretmenim.
İlk yorum öğrencisinden gelsin